6 Aralık Sanat Güneşi Zeki Müren ‘in doğum günü..
“TEK KİŞİLİK DİN
Ne yitirdiysem, karanlıklar götürdü.
Seni, onlara kaptırmam!
Tek kişilik din yarattım.
Ellere taptırmam…” -Zeki MÜREN

“İyi akşamlar sevgili seyirciler. Müziğimizin dününü ve bugününü örneklemek amacıyla oluşturduğumuz programlarımızdan biriyle daha sizlerleyiz. Bu düşünceyle dün ve bugün arasında bir köprü kuran, geçmişten aldığı değerleri sanatçı kişiliğiyle özümleyerek ortaya yepyeni ürünler koymayı başarabilen bir konuğu var programımızın. Gerek ses icracısı ve gerekse bestekar olarak yıllardır kendisini dinlemeye alıştığımız Sayın Zeki Müren… Ses icracısı olan Zeki Müren’in gerek eski gerekse söz dokusuna olan hakimiyeti tamdır. Kendine özgü bir üslubu vardır ve bu üslup içtendir. Bestekar olan Zeki Müren ise daha çok fantezi müzikte başarılıdır. İlk yıllarda şarkı formunda eserler bestelemişse de daha sonraki yıllarda fantezi türde eserler yapmayı tercih etmiştir. Kendi besteleri konusunda son derece mütevazı bir görüşe sahipken, diğer Türk bestekârların hepsine hayrandır. İlk şarkısı “Zehretme Bana Hayatı Canânım” Acemkürdî makamındaki şarkıdır. ‘Yoksun Bu Gece, Tekrar Bana Dönsen, Bir Demet Yasemen ve Bu Aşkın Izdırabı’ onun şarkı formunda bestelediği eserlerinden bazılarıdır. ‘Beklenen Şarkı, Manolyam, Rüzgarlara Kapılmış Kuru Yaprak Misali ve Bülbül Aşıkmış Güle’ gibi şarkıları ise fantezi türde bestelediği bazı şarkılarıdır. Evet sevgili dinleyiciler, Repertuvarında 4000 dolayında eser bulunan, bugüne kadar yapmış olduğu bestelerin sayısı 200’ü bulan Zeki Müren kimdir?” Gülgün FEYMAN’IN ONU ANLATAN BELGESEL İ AÇILIŞ ANONSUDUR…

Bir süredir yurttan ve dünyadan hayatımıza “iz bırakıp geçenler”i anmaya çalışıyorum sizlerle bu satırlarda. Hepsi , özellikle seçtiğim, sevdiğim sıradışı kişiler. Bugün hayatına azıcık da olsa dokunmak istediğim birisi var ki; aslında ilk anlatmak istediğimdi. Bu satırları yazmaktan her an vazgeçebileceğim için onu yazacağımı, özellikle önceden duyurdum. Vazgeçmem mümkün olamadı bu yüzden. Çünkü; Bu hayat öylesine -güya- bilinen ama aslında o kadar gizemli, zengin ve özel ki, onu anlatırken bir yerlerde mut-la-ka eksik ve yanlışlar yapmak kaçınılmaz bir şey. Ne yapalım, en çok sevdiklerimden birini, alanında en başta gelenini yazmaya kalkınca buna da katlanmak lazım… Şimdiden affola… Çünkü o, sanat güneşimiz, bir dünya starı, ZEKİ MÜREN.

İnsanların özdeşleştiği, kendileriyle anılan kelimeler, şehirler, enstrümanlar, işler ve benzeri pek çok alan var. Onunla ilgili hangi birini desem ki… Bazen “Kâtibim” gibi eski bir Istanbul (o böyle söz ederdi, ben de öyle yazayım bu yazıda unutmazsam) türküsüyle anılır , bazen “sarı mimoza” ya da “manolya” ile. Aslında bir kaç şehirle birden anılır. Istanbul dersek o, Bursa dersek ilk akla gelen yine o ve tabii ki Bodrum deyince de en çok o. Son günlerini yaşamayı seçtiği yuvasının olduğu yer… ( Çok içten bir itirafım olsun, mezarını her ziyarete gittiğimde eğer bakımsız görürsem, “keşke Bodrum’a gömülseydi” dediğim de olmuştur.) Bakıyorum da, gördüğüm o ki; sanata dokunduğu her alanda kalıcı izleriyle anmak zorunda bırakmış bizi sanat güneşimiz. Desenlerini çizdiği o çok özel kostümleri, yılda iki kez tasarlayıp, dekorunu yaz-kış farklı kullandığı evleri, sözünü yazıp bestesini yaptığı o eşsiz sanat musikimizin şarkıları… Kulaklarımıza en güzelinden seslenen muhteşem sesiyle yorumladığı klasik ya da farklı türden eserler…Çizdiği resimler, sahne olayına farklı bakışı ve getirdiği yenilikler… Yazdığı şiirler… Hepsi “SANAT” adındaki evin, farklı bir penceresinden baktığımızda gördüğümüz alanlar… Hepsini birden, o evin içini-dışını aydınlatan bir güneş o ve bizim dünya çapındaki bir ansiklopediye alınan ilk sanatçımız… – Meydan Larousse– Öyle yazılmıştı, haber olmuştu ve elbette çok önemli bir ayraçtı. Daha sonra da o ansiklopediye giren olmuştur belki ya da mutlaka? Ben bilmiyorum. Evet o bir dünya starıydı, o yıldız hâlâ parlamaya devam ediyor, sevenleri ve sanat varoldukça da devam edecek…

“ZEKİ MÜREN
6 aralık 1931 doğmuşum… İyi halt etmişim,
39 ilk okul; siyah önlük, beyaz yaka… Topluma ilk fiyaka,
44 orta mektep; soluk beniz, kısa saç. Umutlardan kıskaç,
47 lise; pembe hayaller, yeşil filizler, yorulmayan yorgun dizler,
akademi 1950; renk deryasında renksiz yelkenli…
1955, sahne; çile, para, para, çile… Ne dilersen dile,
62 en büyük aşkım, 62 en deli gönlüm… 62 en… Neyse…”

dizeleriyle bizzat anlattığı yaşamına araya yılları da katarak, biraz yakından bakalım… Kalabalıklar içinde yalnız ve kendine has bir yaşamdı onunki. Hakkında o kadar çok yazılmış bilgi , röportaj ve de dedikodu okudum ki bunları yazmaya çalışırken, nereden nasıl toparlarım bilemiyorum. Bir başlayalım hele…
Bursa’daki pek çok (bugün artık “yerli” dediğimiz) görmüş geçirmiş aile gibi Zeki Müren’in ailesi de aslında Üsküp’ten göçmüş bir göçmen ailesi… Zeki Müren, Bursa’nın Hisar semtinde 6 Aralık-1931 yılında, Kaya ve Hayriye MÜREN çiftinin tek çocuğu olarak dünyaya geliyor. Babası Kaya MÜREN, ailesini kereste tüccarlığı yaparak geçindiren biri… 11 yaşında sünnet olan Zeki , çelimsiz, ufak tefek bir çocuktur. Onun bildiğimiz ilk fotoğrafı da gözlüklü bir fotoğraf.

Eğitim hayatı boyunca ve hayatının hemen her döneminde kullandığı gözlükleri var. Ömrünce kullandığı gözlükleri de diğer pek çok eşyası gibi artık bir kolleksiyon halinde sergileniyor. Eğitimine Bursa Osmangazi İlkokulu’nda ( Tophane İlkokulu ve Alkıncı İlkokulu) başlayan çocuk Zeki’ nin yeteneğini o yıllarda öğretmenleri keşfeder. Oynadığı müsameredeki ilk rolü bir çobandır. Ortaokulu Tahtakale’deki bir ortaokulda okuyup ardından İstanbul Boğaziçi Lisesine giden Zeki, burayı da birincilikle bitirir. “Başar” onun soyadı gibi sanki, hemen yanına yazılması lazım diyorum.

Müzik hayatına başlaması, tam anlamıyla Bursa’da çocuk yaşta, tamburi İzzet Gerçeker’den aldığı nota-usul-solfej … dersleriyle olur. Zeki , öğrendiği bilgilerle adım adım Türk Sanat Müziği’nin en değerli sesi olma yoluna çıkmış biridir artık. 1949 yılında, henüz 18 yaşındayken gönül verdiği musiki dersleri, Boğaziçi Lisesinde okurken de sanata gönül vermiş Agopos Efendi (sinema yönetmeni ve senaryo yazan Arşavir Alyanak’ın babası) ve Ûdî Kirkor Efendi ‘nin eğitimi ile devam eder. Bu eğitimlerin bir sonraki ayağı ise fasıl musikisinin pîri ve çok geniş repertuarı olan Şerif İçli üstad ile olur. Refik Fersan, Sadi Işılay, Kadri Şençalar gibi değerli üstadlar da hocalarındandır. Konuyla az-çok ilgili olanlarınız bunun nasıl bir şans olduğunu bilirler, ama şanslar kullanılırsa bir işe yarar, genç Zeki Müren de şansını en iyi biçimde kullanarak çok çalışmış tabii…

Bu eğitimler Müren’in repertuvarına birçok eser kazandırırken bir yandan da, hepsi alanının en iyileri olan bu hocalar sayesinde, Zeki MÜREN olma yolunun taşları da döşenir… Zira bizim mûsikimiz, tarz ve tavır olarak hocalarla çok yakından ilgilidir. İyi dinleyici olan birisi, bir eseri söyleyenin o eseri kimden geçtiğini bilecek kadar gözlem sahibidir. Tarz ve tavır çok bariz belirler kişinin sanatını. Bunlar en az sesi kadar, kişiyle özdeşleşmiş özelliklerdir. Bu yüzden bir eseri herkes söyler ama biri vardır ki o en iyi yorumlayandır ve o eseri kolay kolay başka biri okumak istemez ( daha doğrusu o cesareti bulamaz) bile diyebiliriz. Zeki Müren’in “Bir demet yasemen” eserini ya da Mustafa Sağyaşar’dan en güzel halini dinlediğimiz bir “Karam” şarkısını kim söylemek ister ki? Bu kadar güzeli bilinirken. Neyse…

“BİR ÖYKÜ Kİ
Bir öykü ki, leyla’ sı, mecnun’ u ben… /Bir öykü ki arzu’ su, kamber’ i ben… /Bir öykü ki gülü, sitemkarı ben… /Bir öykü ki yar’ ı ben, agyar’ ı ben…
Öyküm kara, /uykum kara, /benliğim…
Uzaklara, uzaklara, uzaklara…”

1950 yılında, bir gün kantininde otururken, güzel, alımlı bir hanım ziyaretine gelip elini uzatır: “Merhaba, ben Suzan Güven… Hani senin ilk besteni okuyan şarkıcı..”- İlk bestesi, 17 yaşında iken yaptığı “zehretme hayatı bana cânânım”– Sonra devam edip hayatını değiştirecek haberi verir: “Zeki’ciğim, radyo sınav açtı. Sanatçı alınacak. Bu sınava mutlaka gir. Kazanacaksın…” TRT İstanbul Radyosunun açtığı solist sınavında 186 kişi içinden birinci olur. Yağmurlu bir günde, ıslandığının farkına bile varmadan girdiği bir sınavdır o… Bu sınavla ilgili pek çok anı var aslında. O jüride kimler yoktur ki , bakın şöyle anlatılıyor bir yazıda: “… Rahmetli Orhan Veli’nin babası Veli Kanık, toprağı bol olsun rahmetli Yorgo Bacanos, Refik Fersan, Fahire Sultan diye anılan Fahire Fersan, Cevdet Çağla ve Baki Süha Ediboğlu… Afife Ediboğlu jüride görevli değildi ama, eşinin yanında oturuyordu. İçlerinde Zeki’yi tanıyan tek kişi, Şerif İçli idi. Zeki birkaç şarkı okudu, şaşırdılar. Derken sordular: “Repertuarın ne kadar? Kaç şarkı biliyorsun?” Bir genç için inanılmaz olan yanıtı verdi: “Üç bin civarında efendim!” İnanamayarak sordular: “Hepsi aklında mı?” Yanıt duraklamadan geldi: “Evet efendim, aklımda!” Belli ki, üç bin şarkıya, Şerif İçli dışında kimse inanmamıştı. Elindeki dosyayı jüri üyelerine uzattı ve: “Bildiğim şarkların hepsinin giriş bölümleri notalarıyla burada yazılıdır, efendim!” dedi. İçeriye gireli iki saat olmuştu. Diğer 185 aday kapıda sabırsızlıkla onun çıkmasını bekliyordu. Ama çıkmak ne mümkün? Dosyayı açtılar. Rastgele sormaya başladılar: “Bu şarkıyı oku. Bu parçanın meyanını oku. Bu şarkının sonunu oku.” Hepsi iyi hoş da, şarkının sonunu okumak pek kolay değil ki! Şarkıya baştan girilirse hatırlanır. Neyse, istedikleri bütün şarkıları okudu. Jüri üyelerinin hepsi koro halinde “fevkalade” diye söylendiler, “fevkalade, fevkalade…” Bir hafta sonra okula beklediği telefon geldi. Zeki’yi arıyorlardı Radyoevi’nden. Hattın öbür ucunda büyük üstat Refik Fersan Bey vardı: “Zeki Bey evladım, Perihan Altındağ (Sözeri) Hanım programına gelemiyor. Rahatsızlanmış. Saat 20.30’a kadar nota dosyanı al, Radyoevi’ne gel.” En çok Hicaz makamını sevdiği için Hicaz dosyasını aldı gitti. Büyük olay oldu, yeni sanatçı olarak tanıtılan Zeki, mükemmel bir program çıkarmıştı. Hem de birkaç dakikalık bir prova ile, 45 dakika devamlı şarkı söylemişti… O dönemde tüm şarkılar, müzik eserleri, mikrofonlara canlı yayınlarda çalınıyor ve söyleniyordu. Önceden banda almak, playback gibi teknikler yoktu. Yani gerçekten sanatçı isen şarkı söyleyebilirdin.Saatlerce süren bir sınav, girip bir türlü çıkamadığı ve jüriyi şaşkınlık içinde bırakan bir sınav vermesi… Ezberindeki sayısız eser, ne isteseler anında söylemesi ve sesinin etkisinde kalanların izlenimleri… Elbette birinci olacaktı. İlk konserini, İstanbul Radyosunda yayımlanan programda vererek büyük bir beğeni kitlesine ulaşan Zeki Müren’i konser sonrası, o dönemin ünlü ismi Hamiyet Yüceses, radyo yayını sırasında Zeki Müren’i arayarak tebrik eder. “ (Engin ÇAKIR- DergiBursa-“Bir hoş sadaydı dinlediğimiz” yazısından aynen aktarmadır. )

Üniversite eğitimini aldığı yıllarda tüm baskı ve teklif edilen yüksek ödemelere rağmen -1000 lira gibi- üç büyük gazinonun sahne ısrarını asla kabul etmez. Bunda radyo çalışmalarının ve kendi ilkelerinin etkisi vardır elbette. Okulunu bitirip kendince koyduğu hedefe ulaşmadan asla bunu yapmayacaktır. Yapmaz da zaten. İstanbul’da eğitim hayatına devam ederek Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin ( Bugünkü Mimar Sinan Üniversitesi) Yüksek Süsleme Bölümü Sabih Gözen atolyesinden mezun olan Müren’ in , orada da üstün bir başarısı söz konusudur elbette. Çok isteyerek gittiği Güzel Sanatlar Akademisinde de başarılı desen çalışmaları öğrencilik yıllarında çok kez sergilenmiştir. Daha sonra da desenlerini çizdiği ve tasarladığı kostümleri âdeta birer sanat eseridir. O gerçekten komple bir sanatçıdır ve bunu kabul ettirmiştir tüm otoritelere… Hiç de kolay olmasa gerek. Sanat câmiası acımasızdır.

yazının devamı 2, bölümde ————————-