SEYYİD ABDÜLKÂDİR GEYLÂNİ

Paylaş

Seyyid Abdülkadir Geylani Hz, İran’ın geylan şehrinde 1078 (hicri 471)
yılında dünyâ’ya gelmiştir.Evliyanın en büyüklerinden olduğu
bilinir.öyle ki; onun ayakları diğerlerinin omuzundadır diye teşbih
edilir.Daha doğmadan babası Ebu Sâlih Cengidost rüyasından peygamber
efendimizi görmüş ve efendimiz kendisine
“Ey Ebu Sâlih Allâh’ü teâlâ bu gece sana kâmil ,olgun ve derecesi
yüksek bir erkek evlad ihsân etti.O benim oğlum ve sevdiğimdir. Evliyâ
arasında derecesi yüksek olacak”buyurdu. Babası ve annesi de evliyâ
idiler. Babası Ebu Salih Cengidost Hazreti Hasan’ın oğlu Hasan-ı
Müsenna’nın oğlu Abdullah’ın soyundandır.Annesi Fatıma lâkâbı Ümm-ül
hayr olup seyyidedir.

Doğduktan sonra yüksek halleri ile dikkatleri çekti. Ramazan-ı şerifte
gün boyunca süt emmez, iftar olunca emerdi. Doğduğu senenin Ramazân-ı
şerif ayının sonunda havalar bulutlu geçmişti. Bunun için Ramazânın
çıkıp çıkmadığında tereddüt edildi. Halk annesine çocuğun süt emip
emmediğini sordular. Emmediğini öğrenince, Ramazânın henüz çıkmadığını
anlayıp oruca devam ettiler. Bir gün Abdülkadir Geylani hazretlerine,
“Bu işe başladığınızda, bu yola adım attığınızda, temeli ne üzerine
attınız? Hangi ameli esas aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?”
diye sordular. Buyurdu ki:
“Temeli sıdk ve doğruluk üzerine attım. Asla yalan söylemedim. Yalanı
kağıda bile yazmadım ve hiç yalan düşünmedim. İçim ile dışımı bir
yaptım. Bunun için işlerim hep rast gitti. Çocuk iken maksadım,
niyetim, ilim öğrenmek, onunla amel etmek, öğrendiklerime göre
yaşamaktı. Küçüklüğümde Arefe günü çift sürmek için tarlaya gittim bir
öküzün kuyruğundan tutunup, arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi
ve dönüp bana; “Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın”
dedi. Korktum, geri döndüm. Evimizin damına çıktım. Gözüme, hacılar
gözüktü. Arafat’ta vakfeye durmuşlardı. Anneme gidip; “Beni Allahü
teâlânın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdat’a gidip ilim öğreneyim.
Salih zatları ve evliyayı bulup ziyaret edeyim” dedim. Annem sebebini
sordu, gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan miras kalan
seksen altının yarısını kardeşime ayırdı. Kalanını bana verip,
altınları elbisemin koltuğunun altına dikti. Gitmeme izin verip, her
ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyip, benden söz aldı.
“Haydi Allah selamet versin oğlum. Allahü teâlâ için ayrıldım. Artık
kıyamete kadar bir daha yüzünü göremem” dedi. Küçük bir kafile ile
Bağdat’a gitmek üzere yola çıktım. Hemedan’ı geçince, altmış atlı
eşkıya çıka geldi. Kafilemizi bastılar. Kervanı soydular. İçlerinden
biri benim yanıma geldi. “Ey derviş! Senin de bir şeyin var mı?” diye
sordu. “Kırk altınım var” dedim. “Nerededir?” dedi. “Koltuğumun
altında dikili” dedim. Alay ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti. Bir
başkası geldi, o da sordu. Fakat, o da bırakıp gitti. İkisi birden
reislerine gidip, bu durumu söylediler. Reisleri beni çağırttı. Bir
yerde, kafileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına gittim.
“Altının var mı?” dedi. “Kırk altınım var” dedim. Elbisemin koltuk
altını sökmelerini söyledi. Söküp, altınları çıkardılar. “Neden bunu
söyledin?” dediler. “Annem, ne olursa olsun yalan söylemememi tembih
etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. Verdiğim sözde durmam
lazım” dedim. Eşkıya reisi, ağlamaya başladı ve; “Bu kadar senedir
ben, beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim sözü bozuyorum” dedi.
Bu pişmanlığından sonra tevbe edip, haydutluğu bıraktığını söyledi.
Yanındakiler de, “İnsanları soymakta, yol kesmede sen bizim reisimiz
idin, şimdi tevbe etmekte de reisimiz ol” dediler. Sonra, hepsi tevbe
ettiler. Kafileden aldıkları malları sahiplerine geri verdiler. İlk
defa benim vesilemle tevbe edenler, bu altmış kişidir.”

Abdülkadir Geylani efendi, Bağdat’a geldi. Buradaki meşhur âlimlerden
ders almak suretiyle hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi
yetişti.

İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vaaz ve ders vermeye
başladı. Hocası Ebu Said Mahzumi’nin medresesinde verdiği ders ve
vaazlarına gelenler medreseye sığmaz sokaklara taşardı. Bu sebeple,
çevresinde bulunan evler de ilave edilmek suretiyle medrese
genişletildi. Bu iş için Bağdat halkı çok yardımcı oldu. Zenginler
para vererek, fakirler çalışarak yardım ettiler. Derslerine devam
edenler arasında pek çok âlim yetişti.

Abdülkadir Geylani hazretleri tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı
şekilde sundu. Peygamber efendimizin bereketiyle sözleri gayet tatlı
ve tesirli idi. Bir gün, minberde oturmuş vaaz ediyordu. Birden
süratle en son basamağa indi. Ayakta, elini elinin üstüne koyarak,
mütevazı bir şekilde durdu. Bir müddet sonra minbere çıktı. Eski
yerine oturdu ve vaazına devam etti. Oradakilerden biri, ne oldu diye
sual edince; “Ceddim Resulullahı gördüm. Geldi ve minber önünde durdu.
Haya edip, son basamağa indim. Kalkıp, gitmeye başlayınca, bana yerime
oturmamı ve insanlara vaaz etmemi emretti, dedi.

Sohbetlerinde bazen birkaç kişi coşarak kendinden geçerdi. Haftada üç
gün, cuma, salı ve pazartesi gecesi halka vaaz ederdi. Vaazında, âlim
ve evliyadan zatlar da bulunur, hepsi büyük bir huzur içerisinde
dinlerlerdi. Kırk sene böyle devam etti. Ders ve fetva vermeye yirmi
sekiz yaşında başlamış olup, bu hal altmış yaşına kadar devam etti.
Huzurunda Kur’an-ı kerim tegannisiz gayet sade, tecvide riayetle
okunurdu. Dört yüz âlim onun anlattıklarından notlar tutar, izdiham,
kalabalık sebebiyle birbirlerinin sırtlarında yazarlardı. Sorulan
suallere gayet açık ve doyurucu cevaplar verirdi.
Derin ilim sahibi idi. On üç çeşit ilimde ders verirdi.

Önce lazım olan din bilgilerini öğrenmeyi tavsiye ederdi. Cubbai
ismindeki bir zat anlatır:
Evliyanın hayatından ve sözlerinden bahseden arabi Hilyet-ül-Evliya
kitabını birinden dinlemiştim. Kalbim yumuşadı ve halktan uzaklaşıp
yalnız ibadetle meşgul olmak istedim. Gidip Abdülkadir Geylani’nin
arkasında namaz kıldıktan sonra huzurunda oturdum. Bana bakıp; “Eğer
inzivaya çekilmek istersen, önce ilim, sonra da yetişmiş ve
yetiştirebilen rehber zatların, yani mürşid-i kâmillerin huzurunda
edep öğren. Daha sonra inzivaya, yalnız ibadete başla. Yoksa, ibadet
ederken dinde bilmediğin bir şeyi öğrenmek icap eder de, yerinden
ayrılmak durumunda kalırsın” buyurdu.

Bağdat’ın ileri gelen âlimleri, herbiri bir mesele sorup imtihan etmek
için huzuruna gelip oturdular. Bu esnada Abdülkadir Geylani
hazretlerinin göğsünden ancak kalb gözü açık olanların görebildiği bir
nur çıktı ve âlimlerin göğsünden geçip gitti. Âlimleri bir hal
kaplayıp, Abdülkadir Geylani hazretlerinin ayaklarına kapandılar.
Bunun üzerine onları tek tek bağrına bastı ve şimdi suallerinizi sorun
buyurdu. Her biri suallerini sorup, hemen cevabını aldı. Onlara; “Size
ne oldu böyle?” denildiğinde; “Huzurunda oturduğumuzda, bütün
bildiklerimizi unuttuk. Bizi bağrına basınca unuttuklarımızı tekrar
hatırladık. Suallerimizi sorunca, öyle cevaplar aldık ki, hayrette
kaldık” dediler.

Abdülkadir Geylani hazretleri felsefe ile meşgul olmayı hoş görmezdi,
ondan men ederdi. Felsefenin kaynağı akıldır. Filozof, çeşitli
bilgileri düzene koyarak madde, hayat, yaratılış, dünya ruh, âlem,
ölüm ve sonrası gibi konulara aklına dayanarak cevaplar bulmaya
çalışır. Bunu yaparken bulduğu cevapların Allahü teâlâ tarafından
gönderilen dinlere uyup uymamasına bakmaz. Bu sebeple doğru yoldan
ayrılırlar. Felsefecilerin ortaya koyduğu bilgiler, gerek fen
bilgilerinin değişmesi, gerekse sonra gelen filozofların öncekilerden
farklı düşünmesi sebebiyle ya kısmen yahut tamamen değişir. Bu
itibarla sonra gelenler önce gelenleri daima tenkit etmekle veya
onların felsefelerini yıkmakla işe başlarlar. Akıl yalnız başına yol
gösterici değildir. Dinin rehberliğine muhtaçtır. Yoksa sapıtır. Bunun
için din büyükleri itikadın bozulabileceğini bildikleri için, felsefe
ile uğraşmaktan men etmişlerdir. Nitekim İbni Sina ve Farabi gibi
zatlar felsefecilerin kitapları ile çok meşgul olduklarından
sapıtmışlardır.

Çok sabırlı idi. Talebelerinin suallerini kızmadan cevaplandırır,
dersi geç anlayanlara sabırla anlatırdı. Ubey isminde, anlatılanları
zor kavrayan bir talebe vardı. Bir gün ders sırasında İbn-üs-Semhal
isminde bir zat gelmişti. Abdülkadir Geylani hazretlerinin onun dersi
geç anlamasına karşı gösterdiği tahammüle hayran kaldı. O talebe
dersini alıp çıktıktan sonra, gösterdiği sabra hayret ettiğini
söyleyince, Abdülkadir Geylani hazretleri; “Bir hafta daha
yorulacağım, ondan sonra vefat edeceğim” buyurdu. Dediği gibi bir
hafta sonunda vefat etti.

Abdülkadir Geylani hazretleri heybetli idi. Az konuşur, çok sükut
eder, konuştuğunda gayet cazip, açık ve net konuşurdu. Şahsı için
kızmaz. Din hususunda asla taviz vermezdi. Misafirsiz gece geçirmezdi.
Zayıflara yardım eder, fakirleri doyururdu. İsteyeni geri çevirmez,
iki elbisesi varsa, mutlaka birini isteyene verirdi. Yanında
oturanlarda; “Ondan daha kerim ve lütufkâr kimse olamaz” kanaati hakim
olurdu. Sevdiklerinden biri gurbete çıksa, ondan haber sorar, sevgi ve
alakasını muhafaza ederdi. Kendisine kötü davrananları affederdi.
Kötülüklere dalmış çok kimse, hırsız ve eşkıya onun vasıtasıyla tevbe
etti. Köleleri satın alıp, azat ederdi. Verdiği sözü tutar, kimseye
karşı kötülük düşünmezdi. Ambarında helalden kazandığı buğday
bulunurdu. Hizmetçisi, kapıda ekmek elinde durur ve halka şöyle
seslenirdi: “Yemek isteyen, ekmek isteyen, yatmak isteyen kimse yok
mu? Gelsin!”

Kendisine hediye gelse, yanındakilere dağıtır, bir kısmını da,
kendisine ayırırdı. Hediyeye, mutlaka karşılık verirdi. Fakirlerin ve
dervişlerin nafakasını satın almak için, vazifeli hizmetçilerinin, bir
başka işi olsa, yahut hastalansalar, kendisi çarşıya çıkar, ceddi
Resulullah efendimize sallallahü aleyhi ve sellem uyarak, ev için
lüzumlu şeyleri satın alırdı. Bir toplulukla yolculukta olsa ve bir
yerde konaklasalar, kendi eliyle, el değirmeninde buğday öğütür, hamur
yapar, ekmek pişirir, hepsine taksim ederdi. Kendini ziyarete
gelenlere saygı gösterir, tevazu ederdi. Çok günler, et ve yağ
yemezdi. Bir gün yedi çocuk, ellerinde yarımşar dirhem ile gelip, her
biri yarım dirhemini eline koydu ve satın aldırmak istedikleri şeyleri
söylediler. Çarşıya gidip, istedikleri şeyleri satın alarak getirip
çocuklara verdi. Gönüllerini hoş etti.

Sıkıntısı ve dileği olanlar onu vesile ederek, araya koyarak Allahü
teâlâya dua ettiklerinde dileklerine kavuşurlardı.

Bir defasında; “İyi müridlerin hali malum, ya kötülerinki ne olacak?”
diye sorduklarında; “İyi olanlar kendilerini bize adamışlardır.
Kötülere gelince biz de kendimizi onları kurtarmak için adadık”
buyurdular.

Cinler de kendisinden çekinir, itaat edip sözünü dinlerlerdi.

Duası makbul idi. Bağdat halkından biri ona gelerek; “Babamı rüyada
azap içerisinde gördüm. Bana Şeyh Abdülkadir’e git, bana dua etsin.
Belki Allahü teâlâ beni azaptan kurtarır” dedi. Bunun için sana
geldim. Babama dua ediverin de azaptan kurtulsun” dedi. Abdülkadir
Geylani hazretleri sükut buyurdu. Bir şey söylemedi. O şahıs ikinci
gece babasını rüyasında yeşil bir cübbe içerisinde neşeli neşeli
görünce hayret edip; “Baba, dün azap içindeydin, bugün ise neşelisin.
Sebebi nedir?” diye sordu. Babası; “Şeyh Abdülkadir bana dua etti.
Allahü teâlâ onun duası hürmetine beni azaptan kurtardı” dedi.

Onu gören tesiri altında kalır, mübarek biri olduğunu hisseder, kalbi
katı ise, yumuşardı. Cuma günleri camiye giderken, halk onu görmek
için sokakları doldururdu. Kendisi hakkında kötülük düşünene merhamet
eder, onun iyiliğini isterdi. Çilesini çekmeden yüksek mertebelere
ulaşılamayacağını söylerdi.

1166 (h.561) yılında Bağdat’ta vefat etti. Türbesi Bağdat’tadır.

Abdülkadir Geylani hazretlerinin yazmış olduğu pek çok kıymetli
eserlerinden bazıları:
1) Günyet-üt-Talibin
2) Fütuh-ul-Gayb
3) Feth-ur- Rabbani
4) Füyuzat-ı Rabbaniyye
5) Hizb-ül-Besair
6) Cila-ül-Hatır
7) El-Mevahib-ur-Rahmaniyye
8) Yevakit-ül- Hikem
9) Melfuzat-ı Geylani
10) Divanu Gavsi’l A’zam

TOLGA OTLAR

kaynak ; dinimizislam.com

Comments

No comments yet. Why don’t you start the discussion?

Bir yanıt yazın