İnsan yaşadığı ilk zamanlardan beri geleceğe kalıcı bir şeyler bırakmak istemiş. Bu bazen bir ezgi, bazen da bir resim olmuş zaman içinde. Elbette yazıp çizdiği şeyler de var. Ama kanımca, bunların hiçbiri günümüze fotoğraf adıyla geleni kadar hepimizi ilgilendirmemiştir. Fotoğrafın kökeni aslında Aristo’ya kadar gidiyormuş. Aristo’nun bir mağaranın içine küçük bir delikten süzen ışık hüzmesi sayesinde karşı duvarda oluşan ters görüntüyü fark etmesiyle ilk adımının atıldığı söylenen sürecin Çinli filozof Mo Ti ile başladığına dair iddialar da var. Filozofun yüzey üzerinde görüntü oluşturmaktan söz ettiği gözlemi, fotoğrafın icadıyla ilgili atılan adımların sandığımızdan daha uzun bir zaman öncesine dayandığını düşündürüyor. Zaman içinde görüntüyü sabitlemek için çeşitli deneyler yapılmış. Tabii ki bu yüzyıllara yayılan bir çalışma ile sürüp gitmiş. Yunanca kökenli bir kelime fotograf. “Işıkla yazmak(çizmek)” anlamında birleşik bir kelime. Fotoğraf sözcüğü ilk kez İngiliz SirJohn F. W. Herschel tarafından kullanılmış. Tarihin bilinen ilk fotoğrafı, 1826 veya 1827. (Pencereden Le Gras’a bakış) Fotoğrafı çeken Nicéphore Niepce ile manzaranın fotoğraf levhası üzerinde belirmesi. “Gümüş ışıkla etkileştiğinde kararır” bilgisinden doğan sonuçları, karanlık kutu (Camera Obscura) ile aynı anda, ilk kez deneyen Thomas Wedgwood’un kuramsal çıkarımları da var. Ancak denemelerindeki ışıklama süresinin çok uzun olması, görüntüdeki kararmayı durduramaması, üstelik oldukça genç sayılacak yaştaki ölümü 1840’ta, Sir John Herscel’in Yunanca’da türeterek “ışıkla yazmak” anlamında adlandırdığı “fotoğraf”ın mucidi olmasını engellemiş. Neyse, fotoğrafın tarihçesi değil tabii ki yazmaya çalıştığım. O konuda heryerde oldukça tatmin edici bilgiler mevcut zaten. Ama o günlerden bugünlere öyle çok yol koştu ki fotoğraf sanatı, artık ona yetişmek, gelişimini anlamak bile kolay değil. Herkes fotoğraf çekiyor, herkes fotoğraf seviyor. Çeşitli teknik özellikler ile artık hepimiz adeta birer profesyonel fotoğrafçı(!) gibi rötuş yapıp filtreler kullanarak, kolajlar decupeler yaparak fotoğraf çekiyoruz. Ne kadar sanat değeri taşırlar, yoruma bağlı tabii…
Eski fotoğrafları seviyorum nedense. Dedemin, hatta babamın çektiği fotoğraflar var. Ben karanlık oda kuşağına yetiştim. Agrandizörler, banyolar hiç de yabancım sayılmaz. Bastığımız fotoğraflar oldu. İlk cümlede “nedense” dedim ya eski fotoğraf sevgim için, aslında nedenini biliyorum, bakmayın öyle dediğime. Çünkü eski fotoğraflar hayal gücümü canlandırıyor. Kırık beyaz bir zemin üzerinde siyah, gri, yeşil, kahverengi görünen bir şekilde onlar. Sadece ton farkları var o renk hangisiyse. O insanların giysileri ne renk, ortam nasıl… hep hayal gücümüze kalmış. Hazır sunulmuyor. Ne güzel. Böylece hiçbir uyumsuzluk da göze batmıyor. İstediğiniz gibi düşünebiliyorsunuz. Daha ne olsun. Tabii ki bu işin nesnel yanı. Onlardaki o zamana ait modayı, tarzı, binaları, yolları, araçları, hatta artık kalmayan doğa güzelliklerini görmek mümkün. Belki de yaşanmışlık koktuklarından seviyorumdur onları. Daha eski yaşanmışlıklar. Siyah –beyaz sergi açan sanatçılar oluyor nadiren. Mutlak görmek istiyorum onları. Çünki eskileri çağrıştırıyor ve gerçek anlamda çok zordur siyah beyazda sanatsal özelliği yakalamak. Tabii bir de hüzün yanı var bu sevginin. Antikacı-eskici gezmeyi sevenlerdenim. Çok rastladığım bir görüntü var onlarda. Alakasız bir yerde; orası plastik bir leğen de olabilir, bir çanta da, sandalye üstündeki ıvır-zıvır konan kutulardan biri de. Kendi cinsinden olmayan pek çok şeyin içinde, onlarla aynı yerde,adeta “heyyy, bakın, biz burdayız” der gibi bakan insan yüzleri, manzaralar… Hiç tanımadığım insanlara dair büyüklü küçüklü boyutlardaki anılar işte. Hep üzülürüm onları gördüğümde. Kimbilir hangi hoyrat eller toplayıp çöp gibi atıvermiştir o yaşanmışlıkları. ? Nerelerden toplanıp gelmişlerdir buralara.? Aslında anıya verilen değer, insana verilen değere özdeştir bende. Bu yüzden dünyadan gitmeden önce yapmak istediğim bir şey var: Çocuklarıma dair birer albüm yaparak kendilerine güzel zamanlarını, hatırlayamadıkları anları, yani geçmişlerini vermek. Çünki artık herşey kolay taşınabilen belleklerde saklanıyor olduğundan böyle şeyler fazlalık geliyor gençlere. Haklılar bir yandan. Artık eskisi kadar yerimiz bile yok herşeyi saklayacak. Artık minimal yaşamlar cazibesini yaşamak zorundayız. Daha çok hareketliyiz. Bakarsınız, kendime ve aile geçmişime dair olan fotoğrafları da ayrı bir albümde derlemek isterim. Bu şekilde belki bir kitaplıkta yer edinebilirler, kimbilir. Zira kitaplıkların devri de kapandı kapanacak…
Fotoğraflara “resim” demek var bir de. Tabii ki onlar da bir anlamda anlık bir zamanı resmetmek gibi. Belki de bu yüzden “resim çektirmek” derdik yakın zamana dek.Cem Karaca’nın böyle bir şarkısı bile var, “Resimdeki gözyaşları”… “Resimleri yırtıp attım” diyen şarkılarımız da var. Belki hatırlayanınız vardır; eve yeni tanıştığımız birileri geldiğinde “hadi resimlere bakalım” deyip sererlerdi orta sehpaya albümleri. Epey de uzun sürerdi bu tanıma, anma,tanıştırma işleri. Güzel günlermiş vesselam. Zaten artık o ziyaretler falan da yok. Şimdilerde elimizdeki telefondan gösteririz ancak. Daha doğrusu ilete basıp yollarız ya da bir iliştiririz bir sohbet kutusuna. Aslında artık kimsenin de özellikle merak ettiği bir şey yok, çünki herşey apaçık ortada. Kim kimin neyini görmek istiyorsa, hepsi zaten sosyal paylaşımda. Bir süre durup sonra bir hareketle yokolup gidiyor. Hem de olduğumuz gibi değil, olmak istediğimiz gibiyiz artık. Teknik işte, sonu yok, durmadan kendini geliştiren bir mecra insan eliyle. Tabii ki şikayet ettiğim yok, sadece eskiden daha güzeldi galiba demekle yetiniyorum.
Eh, bu kadar eskilerden söz edip de elimdeki eski fotoğraflardan bahsetmesem olmazdı. Zaten bana bunları yazdıranlar onlar değl mi? Onlar elbet. Yaşadığım şehirlerden en sevdiğime ait olan eski fotoğraflar var elimde. Bir tanesini özellikle çok seviyorum. Boğazı buz kaplamış! Eminönü, Bebek, Kavaklar, Üsküdar, Taksim…o kadar güzelmiş ki ellili-altmışlı yıllarda. Yıllardır duvarımda aslılı durur o resimler. Kıymetlilerim, asla vazgeçemem onlardan. Geçen hafta çoğu maalesef kutularda duran eski fotoğraflara bakıp tasnif yaptığım bir esnada çok özel biri dikkatimi çekti. Bursa Merinos Fabrikasını açmaya geldiğinde, Atatürk’ün maiyetiyle birlikte olduğu grup fotoğrafı. Dedemin çektiği ve arkasına da bu notu düştüğü küçücük fotoğraf. Onu çok iyi korumam gerek, yazı bitince de paylaşacağım zaten. Dedem o yıllarda selanik göçmeni olarak yerleştirildiği Akşehiri terkedip Bursa’ya taşınınca girdiği işlerden biriymiş Merinos. Aslında kahveciydi dedem ama oraya aşçı olarak girmiş kısa bir süre. Kendi işinde çalışmayı seven biriydi deme, öyle emir altına falan giremezdi. Bırakıp kendi kahvesinde çalışırken de Atamıza çay ikram ederken fotoğrafı var bir Bursa tarihi kitabında, ama o bende yok.
Anne ve babamın, onların arkadaşlarının, aile dostlarının fotoğrafları var. “Poz vermek” deyiminin tam da karşılık bulduğu fotoğraflar bunlar. Kollarını kavuşturan mı istersin, saatini gösteren mi, eline çiçek alan asker mi. Neler var neler. Bir de şimdiki kart visit ya da kart adres benzeri, üzerinde küçücük kendi fotoğrafları basılı olanları var. Üstüne ya da arkasına genellikle bir kutlama mesajı eklenmiş. Çok ilginçler. Aslında güzeller. Fotoğraf arkalarında birbirine benzer maniler,yazılar var. Şimdi öyle bir şey yazılsa güleriz. O zaman öyleymiş demek ki. Bir arkadaşım vardı. Fotoğraf altı yazılar yazardı. Nasıl bir cümle bir kitap yazdırabiliyorsa bir fotoğraf da öyle şeyler yazdırabiliyor demek ki insanlara. Ümit Kıvanç’ ın da “Aşkım Bana Resimaltı” adlı bir kitabını okumuştum uzun yıllar önce, ama hiç bir şey kalmamış aklımda. Düşünüyorum da insanlar da fotoğraflar gibi aslında. Bazısına şöyle bir bakıp geçiyoruz. Kayda değer bir yanı yok. Bazılarının üstü yazılı, armağan edilmiştir genelde. Başkası yazmıştır, ona da pek eğilmem doğrusu. Oysa fotoğraf altlarını genelde kendimiz yazarız. Göstermek istediğimiz yüzümüzdür… Onlar ilgimi çeker şahsen. Ama asıl önemli olan fotoğraf arkasını da çevirip bakma lüzumunu hissettiğimiz fotoğraftır ki, her fotoğraf bunu başaramaz…
Etrafınızda hep arkasını da merak edip baktığınızda, güzel yazılar bulacağınız fotoğraflar gibi canlarınız olsun. Güzelliklere…
SUNA ÇİFTCİ